Osmanlı toplumunun temel bölünmesi, genel adı "askeri" olan küçük bir egemen sınıf ile reaya denen büyük teba kitlesi arasındaydı. Hemen bütün ortaçağ düzenlerinde olduğu gibi, silah taşıma, orduyu oluşturma, tımar alma ve toprak gelirlerini toplama yetkileri yalnızca askerlerin kalıtsal ayncalığıydı; reaya kategorisinin ezici çoğunluğunu ve asıl kitlesini oluşturan köylüler ise, toprağa bağhlıklan aynı derecede kalıtsal, sürekli kiracı konumundaydılar. Üzerinde yaşadıkta ve işledikleri, üç yıl üst üste boş bırakamadıklan küçük çiftin çeşitli vergi ve resimlerini, parçası olduklan tımar, zeamet ya da hasın sahib-i arzına düzenli biçimde ödemekle yükümlüydüler; kendileri tımar alamaz, silah kuşanamazlardı. "Sipahi oğlu sipahi"lerin irili ufaklı dirlik sahipleri sınıfını, "raiyyet oğlu raiyyet"lerin ise toprağa bağlı köylü sınıfını oluşturmala-n. kuraldı. Bununla birlikte Osmanlı egemen sınıfı ideolojik düzlemde 1) sultana ve devletine sadakat; 2) İslam dini ve ibadeti ile içerdiği düşünce ve eylem sistemini benimseyip uygulama; 3) Osmanlılığın tanımı sayılan karmaşık dil, gelenek ve davranış biçimlerine eksiksiz uyma ölçütleriyle belirlendiğinden, bu özellikleri edinebilen reaya ilke olarak sınıf atlayabilirdi. Osmanlı egemen sınıfının bütün üyeleri II. Mehmed'den sonra ister dar anlamda devşirme, ister Türk soylusu kökenli olsunlar ancak kapıkulluğunu, yani sultanın kulu olmayı benimseyerek, efendilerinin toplumsal konumunu paylaştıklarım tescil ettirebi-liyorlardı. Yani hem bir egemen sınıftılar, hem de birer kul olarak canları, şahıslan, mal ve mülkleri sultanın keyfine bağlıydı. Temel işlevleri devletin İslami niteliğini sürdürmek ve imparatorluğu yönetip savunmaktı. Osmanlı devlet anlayışına göre sultanın egemenliğinin başlıca özelliği, hem imparatorluğun bütün zenginlik kaynaklannı sahiplenme hakkını ve hem de bu kaynakla-n işletme yetkisini içermesiydi. Bu zenginlikleri devlet ve sultan yaranna geliştirmek, korumak ve değerlerdirmek egemen sınıfın başlıca göreviydi. Reaya ise, toprağı işleyerek ya da zanaat ve ticaretle uğraşarak ve elde ettiği gelirin bir bölümünü vergi biçiminde egemen sınıfa aktararak bu zenginlikleri üretmeyi üstlenen sınıftı. Nizam-ı âlemde herkes yerini ve haddini bilmeliydi. Ortaçağda Batı'da benimsenen "savaşan (pugnatores), dua eden (oratores) ve çalışan (laboratores) üç sınıf" kuramına Osmanlılarda böyle bir dünya görüşü denk düşüyordu.
Bu ideolojik kurgulamanın ve hukuk kurallarının ötesinde Osmanlı egemen sınıfı dört işlevsel kuruma ayrılmıştı. Başında bizzat sultanın bulunduğu mülkiye öbür kurumları ve Osmanlı sisteminin bütününü yönetiyordu. Seyfiye (Arapçada "kılıç ehli"), imparatorluğu genişletmekten, güvenliği korumaktan sorumlu, dar anlamda askeri kurumdu. Hazine-i Âmire biçiminde örgütlenen kalemiye, imparatorluk gelirlerinin toplanması ye harcanmasına bakıyordu. Ulemayı yani din bilimlerine vakıf bütün Osmanlıları kapsayan ilmiye ise, İslamı yaymak ve örgütlemek, şeriatı savunmak ve uygulamak, mahkemelerde yorumlamak, cami ve mekteplerde öğretmek ve incelenip yorumlanmasını gözetmekle uğraşıyordu. Yaşamın egemen sınıf örgütlenmesinin dışında kalan alanlarında, yönetilen sınıf üyeleri diledikleri gibi örgütlenebilirdi. İslam toplumunda bu örgütlenmeleri büyük ölçüde din ve meslek ayrımları belirtiyordu. Yönetilen sınıf içindeki her belli başlı inanç grubu millet denen görece özerk bir cemaat oluşturuyordu. Bunlann her biri kendi yasaları ve iç yapısıyla yaşıyor, başındaki dinsel önder üyelerinin görev ve sorumluluklarını yerine getirmelerinden, özellikle vergilerini ödemelerinden ve güvenlik işlerinden sultana karşı sorumlu oluyordu. Her millet ayrıca evlenme, boşanma, ölüm ve doğum, sağlık, eğitim, iç güvenlik ve adalet gibi konularda Osmanlı Devleti'nin üstlenmediği pek çok toplumsal ve yönetsel işlevi yerine getiriyordu. Osmanlı toplumunun bütününde olduğu gibi milletler içinde de belli bir toplumsal hareketlilik vardı. İnsanlar yeteneklerine ve şanslarına bağlı olarak cemaat içinde daha üst ya da alt konumlara gelebilir, din değiştirmek isterlerse bir milletten öbürüne geçebilirlerdi. Ama milletlerin hepsi içlerinden çıkan dönmelere düşmanca davrandığından toplumsal uyumu ve banşı koruma kaygısı içindeki devlet de böyle yatay geçişleri iyi karşılamıyordu. Millet sistemi 500 yıl boyunca imparatorluğun çeşitli halklarını birbirinden olabildiğince ayrı tutarak olası sürtüşmeleri en aza indirmede başanlı oldu. Ama Osmanlı toplumunun gerek egemen sınıfı, gerekse yönetilenleri birbirinden ayırmak kadar ilişki-lendirmeye ve birleştirmeye yarayan bağ dokuları da vardı. Sultana sadakat ideolojisi sistemin çok önemli bir harcıydı. Bu soyut kavramın ötesinde, zanaat loncaları ve tarikatlar da çeşitli gruplar arasında ilişki ve işbirliği ortamı sağlayarak birleştirici rol oynuyorlardı.
Osmanlı egemen sınıfı içinde en önemli örgütsel birim mukataaydı. Mukataa egemen sınıftan birinin son çözümlemede hepsi sultanın sayılan gelir kaynaklarından bir bölümünü "kesmesi" ve sultanın belirlediği amaçlar çerçevesinde o kaynağı işletmeye yeterli yetkilerle donatılması demekti. Mukataa genel kategorisinin en yaygın türü olan tımar. Batı Avrupa feodalizminin fief lerinden çok daha merkeziyetçi bir dağıtım sistemine dayanıyor ve gene onlardan farklı olarak bir çeşit bireysel sözleşmeye dayalı karşılıklı hak ve yükümlülükleri içeriyordu. Devlete borçlu olduğu (askeri) hizmetler karşılığında tımar sahibi kendisine tahsis edilen gelir kaynağının tümünü alıyordu; bu gelirin harcamalarından artakalanı dilediği gibi biriktirebilir, yatırabilir, tımar gelirinden ayrı olan kişisel servetini artırmak için kullanabilirdi. (Bu, küçük sipahi tımarlan için uygulamada pek gerçekleşemediğinden sipahiler asıl yükselme ve zenginleşme umutlarını yeni savaşlara bağlıyorlardı. Sipahi tımarlarını küçük, sefere çıkma arzusunu yüksek tutmak da devlet politikasıy-dı.) Askeri ve yönetsel görevlerin büyük çoğunluğunun nakit maaş yerine tımar verilerek ödüllendirilmesi' hazineyi, son derece dağınık bir küçük köylü üretimi temelinden aynî vergileri toplayıp paraya çevirerek maaş biçiminde dağıtmak derdinden kurtarıyordu. 14. ve 15. yüzyıllarda Osmanlıların Avrupa'nın güneydoğusunda fethettiği toprakların neredeyse tamamı komutan ve askerlere tımar olarak verilmişti. Ayrıca, merkezî yönetimin üst yetkililerine de bazen, hazinece ödenen maaşlarına ek olarak tımar veriliyordu.
Mukataanın ikinci önemli biçimi emanetti ve emanet alan kişilere emin denirdi. Tımar sahibinden farklı olarak emin, emanet aldığı kaynakların gelirinin tümünü hazineye devreder, buna karşılık maaş alırdı. Böylece emanetine giren gelir kaynaklarını yönetmenin dışında bir hizmet yerine getirmezdi. Çağdaş devlet memurlarına en çok benzeyen Osmanlı görevlisi tipi olan emin, aynı zamanda en az rastlanandı; eminler daha çok, merkezî yönetimin hemen yakınında ve sıkı denetimi altında olan gümrükler ile pazar ve hallerde vergi ve resim topluyordu.
Emanet ile tımar arasında yer alan bir üçüncü mukataa türü iltizamdı; iltizam alan kişilere de mültezim denirdi. Mültezim, iltizamına giren kaynaklardan topladığı gelirin bir bölümünü hazineye ödüyor, kalanını alıkoyuyordu. Uygulamada hazinenin hakkını peşin ve nakit olarak ödüyor, bundan sonraki gelir toplama etkinliğiyle, hem cebinden verdiği ilk iltizam bedelini, hem de (olacaksa) kendi kâr payını çıkarıyordu. Hükümetin yeniçerilere maaş (ulufe) ödeme ve giderek debdebesi artan bir sarayın giderlerini karşılama gereksinimi, devletin derinleşmesi ve ağırlaşması sürecine paralel olarak keskinleşti. Bu dönemde fethedilen Anadolu ve Arap eyaletlerinde, 15-16. yüzyıllarda bile iltizam usulü yaygındı, çünkü peşin alınan iltizam bedelleri hazineye acil nakit sağlıyordu. Tımarlı sipahilerin önemi çeşitli teknolojik ve ekonomik gelişmeler sonucu azaldıkça, tımarların geri alınıp mirî arazinin daha çok iltizam biçiminde dağıtılması da hızlandı.
Osmanlı toplumunda hukuki örgütlenme ve etkinlikler şeriat ve örfi kanunlardan oluşan ikili bir yapı üzerine kuruluydu. Bütün Müslüman cemaatleri gibi Osmanlı toplumunun da en önemli hukuki temeli sayılan şeriat, müminlerin yaşamının her alanını kapsadığının var sayılmasına karşın, gerçekte yalnız kişisel davranış türlerinde ayrıntılı hükümler getiriyordu. Kamu hukuku, devlet örgütlenmesi ve yönetimi konularında ise gelişkin değildi. İçerdiği genel ilkeler, somut sorunlarda dindışı yetkililerin yorum ve düzenlemelerine olanak tanıyordu. Osmanlı Devleti'nin İslam bilgin ve hukukçulan, şeriatla açıkça çelişmediği sürece sultanın kanun koyma hakkını kabul ettiler. Dolayısıyla, Hıristiyan ve Yahudi milletlerinin kendi dinsel yasalarına bağlı olmaları gibi, şeriat da İslam milleti üyelerinin kişisel davranış ve konumlarıyla ilgili konularda düzenleme yapıyordu. Sultan da zamanın gerekleri uyannca Osmanlı kurumlan ve uygulamalannda yasal değişiklik yapmak açısından görece serbest kalıyordu. Bu, imparatorluğun uzun ömürlülüğüne önemli ölçüde katkıda bulundu. Bununla birlikte, Osmanlı egemen sınıfı ve devletinin kapsadığı alanın sınırlılığı, buna karşılık dinsel cemaatlere, loncalara, mukataa sahiplerine bırakılan yetki ve görevlerin genişliği göz önünde bulundurulursa, uygulamada sultanlar sanıldığı kadar otokratik değildi. Önceki yüzyıllarda iktidan hep ademi-merkezileştiren geleneksel özerklikler, ancak 19. yüzyılda, Batı'yı örnek alarak çağdaş bir merkeziyetçiliği kurmaya yönelik reform girişimleriyle sona erdi.